Sen Misafir Değilsin Balam
İTÜ öğrencilik yıllarım terör ve anarşinin ülkeye kâbus gibi çöktüğü; doğalgazın olmadığı, kalorifer kazanlarında yakacak mazotun bile bulunmadığı; apartmanların buz gibi soğuk olduğu ve öldürme olayları nedeniyle üniversitelerin ikide bir kapandığı yıllara rasgeldi. Bu da benim şansımmış diyerek okulun kapalı olduğu zamanlarda elimden geldiği kadar derslerimle ilgili veya ilgisiz bir sürü kitap okudum; öğrenmem gereken ve gerekmeyen bir sürü şey öğrendim.
Okulum olaylar nedeniyle kapandığı zaman, belki birkaç gün veya birkaç hafta kendimi meşgul edebiliyordum ama annemi, babamı ve kardeşlerimi özlediğim için bazen İstanbul’dan bir otobüse atlayıp, Ağrı’ya gidiyordum. Bunu öyle basit bir şey sanmayın; yazları 25 saat, kışları 35 saat süren bir yolculuktu. Babam geleceğimi bilirdi; çünkü otobüs parası gerekirdi. Telefon açardım; ya babam gönderirdi veya onun talimatıyla gider, arkadaşı Tahtakale esnafı kolonyacı Kâmil beyden alırdım.
Ama bir seferinde, 3 ayda bir verilen öğrenci bursları nedeniyle cebimde yeteri kadar para vardı. Bu sefer hiç haber vermeden, sanırım bir Mayıs günü, otobüse atladım … vardım Ağrı’ya. Şehir merkezindeki babamın dükkânına gitmek yerine hemen eve yöneldim.
Eve vardım; kapı kapalıydı ama kilitli olup olmadığına bakmadan kapıya hafifçe vurdum. Annemin içeriden kapıya doğru yürüdüğünü ayak seslerinden duyuyordum. Gündüz olmasına rağmen, her zaman ihtiyatlı olan annem, “kim o” diye sordu. “Oğlun, Çetin” diyemedim … aptalca bir şaka yapmak istedim, “Allah misafiri” dedim. Annem, kapıyı açtı ve beni gördü. Hiçbir şey demeden, yüzüme ve özellikle gözlerime daha önce hiç bu kadar yüksek yoğunlukla hissetmediğim, olağanüstü bir sıcaklık ve şefkatle bakmaya başladı. Gözlerimi kamaştırmayan ama tüm yüzümü ısıtan parlak bir güneşe bakıyor gibiydim. Tam o anda annemin gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı … göz yaşları yanaklarına iniyor, oradan da entarisinin göğsüne damlıyordu. “Allah misafiri” dediğime bin pişman oldum. Salak mıyım ben, ne yaptım, dedim, kendi kendime. Ne yaptım ben? Niçin adımı söylemedim de onu böyle şaşırttım. Hiç konuşmadan bana bakıyor ve sessizce ağlıyordu. Benim de gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı; Ana oğul sessizce ve durmaksızın dökülen göz yaşlarımızla birbirimize bakıyor ve ağlıyorduk.
Annem, hafif bir sesle, “Sen misafir değilsin balam” diye söze başladı … “Sen misafir değilsin, sen misafir değilsin, sen misafir değilsin” diye tekrarlamaya devam etti. Bu cümle yavaşça bir türküye dönüştü. Saniyeler aktı ve benim anam, Erivan radyosundan birlikte dinlediğimiz dengbejlerin söylediği Kürtçe türkülerin makamında ve bir daha kesinlikle unutamayacağım tek satırlık bir türkü besteledi ve söyledi: “Sen Misafir Değilsin Balam”.
Saniyeler durdu, Annemin türküsünü söylerken başının döndüğünü, hafif hafif ve dengesizce sallandığını ve yere doğru düşmekte olduğunu fark ettim. İleri fırladım, tutmaya çalıştım. O anda kız kardeşim Leyla arkasında belirdi, düşmekte olan annemi ve beni gördü, “Abi” diye çığlık attı. Ben, “Leyla git Cemile Abayı çağır” diye bağırdım; annemi tutarak yere uzanmasına yardım ettim. Leyla dışarıya fırladı. Annem bayılmıştı; başının altına bir minder koydum, eğilip gözlerini, yanaklarını alnını öpmeye çalıştım. Çok halsizce nefes alıyordu. Gözlerini arada bir hafifçe açıyordu. Kaç dakika oldu bilmiyorum, Cemile Abamız içeri girdi. Leylaya, git kolonya getir dedi. Kolonyayla Annemin alnını ve şakaklarını ovdu, 3 Kulhuvallah 1 Elham okudu. Annem yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Cemile Abam, bana çok kızdı, “Oğlum böyle şaşırtma anneni; onun kalbi sağlam değil, bir gün durur valla; Evladım balam canım, yapma bir daha” dedi. Hiç yapar mıyım, Cemile Aba, dedim; hiç yapar mıyım?