Eylül 1974

Ortaokuldaydım. Birileri birilerine “yatılı öğretmen okulları” varmış, işte efendim sınavları varmış, sınava girip kazanırsan, yatılı okulda okuyorsun. Devlet yurdunda yer veriyor; yemek veriyor, harçlık veriyor, demiş. Onlar da başkalarına demiş. Konuşula konuşula sonunda bu konu bir gün bizim evimize geldi.

Uzak olmanın ne demek olduğunu anlamadığım için, “Anne ben de sınava gireyim mi?” dedim. Belki kazanırım dedim. Mezun olduğunda öğretmen oluyormuşsun; işin hazır. Ne güzel olur, dedim. Ama, öğretmenliği sever miyim, pek bilemiyorum, dedim.

Annem şefkatle yüzüme baktı: Evladım ben senden bir saniye uzak olabilir miyim hiç, dedi. Hiç olur mu, dedi. Ağlaya ağlaya ölürüm, dedi. Zaten 11 evladımdan elimde üçü kalmış; seni nasıl ellere veririm, dedi.

Belki babam göndermek ister, dedim, safça. Baban gönderemez, dedi. Kim miş o! Kim benim evladımı elimden alabilir, dedi. Konu orada kapandı.

Lise sondayım; balığa artık az gidiyorum; ortaokul zamanlarım kadar değil. Babam İstanbul’dan, bilmem ne dersanesi kitapları diye 2 tane kalın kitap getirdi. İçinde tonla matematik fizik kimya biyoloji soruları var. Son senelerin soruları. Onları çalışıyorum. Köylü kahvelerinde oturup; demli çaylar içip, memleketimin insanları yüksek sesle sohbet ederken veya kışik (satranç) oynarken, ben matematik ve fizik soruları çözüyorum. Kitapları fasiküllere parçaladım; fasikülleri sayfalara; sayfaları da dörde katlayıp, cebime 8-10 sayfa koyup, gidiyorum bir kahveye, çıkarıp çözüyorum. Bir soru demeti, bir fasikül bitince, bunlarla işim bitti diye, kağıtları kışın ortasında gürül gürül yanan kahvenin sobasına atıyorum. Kağıtlar yanarken, kavramların aklıma iyice çivilendiğini hayal ediyordum galiba.

Gün geldi, babam beni yanına aldı, otobüse binip, 20 saatin sonunda birlikte İstanbula geldik. Sirkeci’de “Şehir Oteli”nde kaldık. Orada geçirdiğim birkaç gün içinde hem Hava Harp Okulu sınavına girdim; hem de üniversite sınavına. Hava Harp Okulunun ayrıca bir sağlık muayanesi vardı ve ondan çaktım ama. Gözlerim bozukmuş; 0.25 kadar miyop veya astigmatmışım. Hava Harp Okulu dünyası benim için kapandı. O sınav haftasının birçok hikayesi var; belki bir gün yazarım birkaç tanesini.

Sınav Haziran sonu gibiydi. Temmuz ortasına kadar kaldım İstanbul’da. O hangi Temmuz’du bilir misin? Türkiye’nin Kıbrıs’ta savaşa girdiği Temmuz. Evet işte o Temmuz.

O yaz Temmuz ve Ağustos ayları çok zor geçti benim için. Çok yavaş geçti. Geçtiler ama.

Ama vakit geldi. Üniversite sınav sonuçları PTT ile şehre varmaya başladı. Gelen zarflar sahipleri veya arkadaşları tarafından aceleyle, hemen PTT önünde açılıp bakılıyordu. Gelen her sonuç kötü ama. Hiçbir lise arkadaşım hiçbir üniversiteye yerleştirilecek puanı alamamış. Hiçbiri. Lise birincimiz kontenjandan Boğaziçi’ne girmiş, sonradan öğrendik, ama kendisi ortalıkta değildi. Ailesi Antalya’ya göç ettiğinden oradaydı; haberimiz olmadı. Bir başka arkadaşımız, İstanbul Üniversitesi Matematik bölümüne girmiş. O da köydeymiş; ondan da haberimiz olmadı.

Onlarca genç, PTT önünde öğlenleri posta zamanını bekliyor. Memur çıkıp isim okuyor; gençlerden biri utanarak, çekinerek kalabalıktan çıkıyor, zarfı alıyor. Arkadaşları sessizce toplanıyor başına. Zarf açılıyor; bir hüsran daha. Sonra bir hüsran daha; sonra bir tane daha. Yoruldular, garipler. Hepimiz yorulduk. Birinin hikayesi hüsran olmazsa diye yalvarıyorlar içlerinden sanki.

Geldi benimki; Çetin Kaya Koç. Aldım zarfı. Kimse pek beni tanımıyor. Kalabalık içinde tanınan biri olmadım hiç. Hep uzak durdum. Sessiz kaldım; yalnızlığı tercih ettim. Kahvelerde yalnız oturdum, sorular çözdüm. Murat nehri başlarında yalnız dolaştım. Yemediğim balıkları yalnız başıma tuttum, geç vakitlerde evime döndüm.

Geldi benimki; Çetin Kaya Koç. Aldım zarfı. Açtım. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi. Birinci tercihim. Biri sordu, bir şey var mı dedi. Uzattım, sessizce ve biraz da utanarak “İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık” dedim; irkildi, aldı elimden, okudu, başka biri ondan aldı. Her gören, dönüp hayretle bakıyor bana. Benim Ağrılı olduğumu biliyorlar tabii, ama bu sonucu beklemiyorlardı. Bir Ağrılının getirebileceği bir puan veya bir sonuç değil bu. Sevineceklerdi, sevinemiyorlar. Korktular sanırım. Sessizleştiler. Onlar, bir Atatürk Üniversitesi Coğrafya Bölümüne razıydılar, sevinmek için. Yeter ki, aramızdan biri bir yere girsin de. Ama İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, biraz garip ve oldukça fantastik, inanılması imkansız bir sonuç. O kağıdı onlarca defa elimden aldılar; kağıda bakıp, kocaman gözlerle bana bakıp, ve sonra tekrar kağıda bakıp, bana geri verdiler. Yirmi defa, belki otuz. Yoruldum, hüzünlendim. Artık vermek istemedim, vermedim.

Babamın dükkanına yöneldim. Ben gelmeden, insanlar dolmuş bile. Haber ışık hızıyla yayılmış. Gelenlerin çoğu öğretmenlerim; babamı tebrik ediyorlar. Beni tanıyan, beni bilen öğretmenler seviniyorlar. Babam da şaşırmış. Geldi omzuma dokundu ve gülümsedi, ama bir şey söylemedi. Anladım kendisini.

Ama asıl söylemek istediğim bu değildi. Annem, “kim benim evladımı elimden alabilir” demişti. İşte o kağıt var ya o kağıt, beni annemin elinden sonsuza kadar o aldı. O kağıt aldı, ben aldım. Benim rüyalarım, hayallerim, planlarım, düşüncelerim aldı. Kitapların içinde bulduğum garip dünyalar beni aldı götürdü.